Arzular, kadınlar, evler: Yanlışlıkla Mutlu
11 mins read

Arzular, kadınlar, evler: Yanlışlıkla Mutlu

Gaye Keskin

Figen Alkaç’ın üçüncü öykü kitabı ‘Yanlışlıkla Mutlu’, Doğan Kitap tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı.

‘Yanlışlıkla Mutlu’, yazarın lirik anlatımının kimi zaman ironik kimi zaman distopik gerçeklerle çakıştığı, aynı sosyo-ekonomik koşullara, yakın yaşlara ve benzer yaralara sahip kız çocuklarını anlattığı, kelimeleri raks ettirdiği ve bazen harfleri kelimelerden ayırıp ete kemiğe bürüdüğü dört öyküden oluşuyor.

MUTSUZ EVLER, SESSİZ KADINLAR

Schopenhauer’ın “İnsan arzu ettiği gibi davranabilir ancak arzu ettiği gibi arzu edemez” sözünü orta yerinden eğip insani arzuların ve arzuların önüne koyulan setlerin gün yüzüne çıkmaya başladığı ilk zamanlara, ergenliğin en savruk çağına kırıyor kalemini Alkaç. Öykülerinin ana karakterleri Nazife’nin, Nergis’in ve Gülmira’nın hayat izlerinde, özlemlerinde, bastırılmışlıklarında, kaygılarında ama en çok başkaldırılarında dolanıyor. Öyle ki Alkaç, kız çocuklarının yalnızca annelerinden değil, koca bir toplumdan da doğduğunu gösteriyor bize. Nergis’in bedenindeki devinimi, memelerinin büyümesini reddini, cinsiyetinin yarattığı infialden kaçmak için soyadı olan Yılmaz’a sığınışını, ne yaparsa yapsın çaresizlik içinde kalışını anlatıyor ve Nergis’in dilinden şöyle fısıldıyor: “Her şeyi erkekler kadar değil onlardan dahi iyi yapıyordum ve erkekler gibi korkusuzdum. Ama ne yaparsam yapayım sorun içine doğduğum bedendi. O kadındı. Herkesin gördüğü ve o olduğumu sandığı bedenim.” Ya da Nazife’nin sıkışıp kaldığı teyze evinin duvarlarının arasında, önce etrafındakileri sonra da kendini keşfetme yolculuğunda, ona kılavuz olması gereken kadınların aynılaşan sessizliklerini, Nazife’nin gözünden şöyle aktarıyor: “O gülüyordu sadece. O. Kadın gülüşü duymayalı çok olmuştu değil, kadın gülüşünü tanımıyordu Nazife. Şöyle sesli, şehvetli kadın gülüşü nasıldı acaba? Tanıdığı, bildiği hiçbir kadının kahkahası yoktu.” Veyahut Gülmira’nın ablasının ölümünden sonra sıkı sıkıya hapsolduğu evinin pencerelerini aralayıp dış dünyaya şöyle sesleniyor: “Ve lokmanın yutulamayıp boğazda dizim dizim dizilmesidir ev. Affetmenin değil, barışmanın değil, üstünü örtmelerin yeridir. Unuttum sanmaların, kendini unuttuğuna ikna etmelerin yeridir.”

Mutsuz evlerin, kadın sessizliğinin ve erkeklerin çok daha fazla görünür olduğu bu toplumun insanlarının, farklı olanı bastırma arzularını en içkin halleriyle kucaklayışlarını, yok etmeyi kabul etmeye yeğleyişlerini anlatıyor Figen Alkaç. Üstelik bunu, toplumu yıkıp yerine yenisini koymaya meyleder biçimde; kelimeleri dizerek değil, parçalayarak yapıyor.

KESİŞME NOKTALARI

Kitabın ilk öyküsü “kalabalığın m’si kendileri için korkmayan kelimeler hatırlamaya ayarlanmış ses tonu”nda -üçüncü öyküde adının Nergis olduğunu öğreneceğimiz- küçük bir kız çocuğunun babasızlığını, ninesi ve büyük ablasının hegemonyasındaki direnişini, direndikçe dayakla susturulmaya çalışılmasını, küçük kız kardeşinin üzerindeki yarı şefkat yarı kıskançlığını, dul annesinin kadınlığını gün yüzüne sürmesinin mahalle erbabınca göze çarpma endişesine başkaldırısını, yetişkinleri çizip geçen küçük sıkıntıların bile çocuklarda nasıl derin yaralara dönüştüğünü gösteriyor Alkaç. Ama her şeyden önce, Nergis’in ilk öyküsünü bize bir reklam filminin jenerik müziğiyle açarak, içerideki karanlığı renkli bir çerçeveyle sarıyor:

Yanlışlıkla Mutlu, Figen Alkaç, 104 syf., Doğan Kitap, 2023.

“Puffy puffy
Hem çorap hem terlik
Hem rahat hem ortopedik
Puffy puffy.”

Puffy, öykünün geri kalanında; biz, Kıdo lakaplı Nergis’in yaralarında, yediği dayakların izlerinde, babasının ve abisinin yokluğunu yüklenirken çektiği eziyetlerde dolanırken eşlikçimiz oluyor. Puffy’nin yoksunluğu veyahut varlığı Nergis’i kendinden geçirtecek kadar şiddetli bir imgeye dönüşüyor ve nihayetinde Puffy bizleri, çocukluk ayakkabılarımızı giymeye, tütü eteklerimize ya da kısa pantolonlarımıza sığmaya, çubuk şekerlerimizi kuşanmaya çağırıyor.

Kitabın ikinci öyküsü “susmanın ter kokusu sohbetle genişleyen harfler sandalyenin suç saklayan yeri”nde Nergis’le aynı yaşlardaki Nazife’nin hayatının kısacık bir dilimine ama dönüm noktalarından birine götürüyor bizi yazar. Nazife’nin teyze-enişte evindeki günlerine; babasız büyümüş küçük bir kızın penceresinden bakmamızı, evdeki erkek seslerinin, erkek egemenliğinin yarattığı telaşın kıyılarından geçmemizi ve bu evin arka odasının hem gerçek hem de metaforik karanlığının gizemini keşfetmemizi sağlıyor.

Nazife’nin teyze-enişte evinde; eve gelip giden genç kızları, genç kızların götürüldüğü arka odayı, arka odadan duyulan sesleri ve nihayetinde Nazife’nin kaçınılmaz yolculuğunu anlatan Alkaç, okurun aklına ektiği şüphe tohumlarıyla merakı harlıyor, kaygıyı ve karanlığı büyütüyor. Nazife’nin arka odanın kıyısına ilk gidişini ve bu durumun onda yarattığı hisleri şu cümlelerle aktarıyor: “Kalbi küt küt atıyordu. Bu odada ne yapıyorlardı acaba? Anahtar deliğinden baksa içeride ne yapıyorlar görür müydü? Yavaşça eğilip baktı. Tam seçemese de gördüklerine inanamadı. Kızın ayakları teyzesinin omuzlarındaydı ve teyzesinin başı içeride bir şeyler arar gibi sağa sola hareket ediyordu. Kalbi çıktı kulaklarından. Yere düşen kalbini almak için eğilince heyecandan yere düştü Nazife.”

Kitabın üçüncü öyküsü “kelime soyan sessiz harfin kaçamağı devamı sevilen cümleler”de bizi yeniden Nergis’le buluşturan yazar, “Bedenim kadın, ruhum, içim erkek desem, hemen susturur beni annem,” cümlesinin referansında, Nergis’in kendini keşfini ve bu keşfin nasıl susulduğunu gösteriyor. Kocasız kadınların, babasız çocukların, en çok da içi erkek olan kız çocuklarının sessizleştiği yerde, Nergis’in annesine isyanını şu cümlelerle aktarıyor: “Lanet olası başı yine eğikti. Kaldır şu başını lanet olası kadın. Kaldır. Dik dur bi ya. Bak! Karşındakinin gözlerinin içine. Tamam vazgeçtim. Gözlerinin içine bakma, gençsin, güzelsin, dulsun, kuyruk sallıyor sanırlar kabul. Yüzüne bak bari. Tamam başını dik tut, boşluğa bak bari anne. Ninem bakıyor, yengem bakıyor, sen de bak.”

Kitabın dördüncü ve son öyküsü “yutkun-ma yeniden geceye yalnızlığın rengi” ile yazar bizi, Gülmira’nın görünmez babasına, mutfaktan çıkmayan annesine, erkek egemen dünyada genç, güzel, güçsüz bir kadın olmanın göz alıcılığında yiten ablasına ama en çok da Gülmira’nın kendisiyle hesaplaşmasına baktırıyor. Çocukça hislerin büyüyüp evlerin duvarlarını aşmasını sonra da geri dönüp hislerin sahibini dört duvarın içinde, dışarıdan gelen seslere muhtaç, içeridekileri susturmanın telaşında gösteriyor. Gülmira, çocukluktan genç kadınlığa erişmenin, ablasına duyduğu kıskançlığın, annesine beslediği hırsın peşinde, sığınamadığı evinin köşelerinde kendini kovalıyor. Kovaladıkça şu cümlelerle evin karanlık yüzüne yaklaşıyor: “Ev böyledir. Kendi içinde devinir durur. Böyledir. Kütledir ev. Her daim. Döner de durur. Durur da dönmez. Ses yığınıdır. Gürültü yığını. Seslerin normalleştiği yerdir ev, kanıksandığı. Kavgalar, kalp kırmalar ve hatta tokatlardır ev.”

SESLER, HARFLER, YUTULAN KELİMELER

Komşularının övgüsünü almak için sabahın ayazında çamaşır yıkayıp asan ya da mutfakta yaşayan kadınların, noksan babaların, cinselliğin ve yönelimlerin keşfinin, mahalle baskısının, kibirli yaşlıların arasından; kız çocuklarının öfkeli ağızlarından anlatılan bu öykülerde Alkaç, kelimeleri ters yüz ediyor, hisleri seslere giydiriyor ve başarıyla harflere anlam atıyor. Öyle ki Nergis’in dilinden fısıldadığı şu cümlelerle kendisinde yaratılan mutsuzluğun harflerdeki izlerini gösteriyor: “Çok da karamsar olmayayım, yılda iki kere Dido aldığımız olurdu. ‘Aldığımız’ z harfiyle bitiyor, ‘aldığım’ m harfiyle. En sevdiğim m ile bitendir ve bu harf tek kişiliktir. Z harfi ise pek çok şeyi kardeşinle bölüşmektir ve payına hep yarım çikolata, yarım anne kucağı düşmesidir.” Veyahut yine aynı karakterin ağzından kardeşliği şöyle anlatıyor: “Son kararıma göre kardeşlik ‘v’ harfidir bence. Yolları ayrı ama kökten bağlı.” Ya da Gülmira’nın ablasının ölümüyle başa çıkma çabasında kelimelerin kaygan yüzeyinde şöyle geziniyor: “Kim? Şu kız. Hayır ablam. Hayır ablam dersen için kanar. Şu kız de, acı senin olmasın. Şu kız. Yabancı.”

SON SÖZ

“Anne gibi benim kelimelerim. İçlerine girip saklanabiliyorum. Büyürsem belki kelimelerin içine sığamam” diyor Alkaç ‘Yanlışlıkla Mutlu’da. Şimdi yazarın araladığı pencereden kendi içimize bakmanın ve çocukluğumuzu sakladığımız, sığdırdığımız, unuttuğumuz kelimeleri hatırlamanın vakti. Çocukluğumuzdaki kelimelerle, kendimizi yeniden bulmanın vakti. Ve belki de kabukları kaldırmanın, yaraları iyileştirmenin, kelimelerimizi seçmenin de. Hatta kökleri ayırmanın, sığınakları dağıtmanın, içimizdeki çocuğun saçlarını gerçekten okşamanın da. En çok da yanlışlıkla değil, gerçekten mutlu olmanın vakti.

Çünkü kim, gerçekten iyileşmek istemez ki?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir